İstanbul’da sevdiğim semtler (2)

Galatasaray’dahi okurken Üsküdar’a elan kalın gitmeye başladım. Zira sevgili okul arkadaşım Yaşar İlksavaş, İhsaniye’da oturuyordu. Vapurdan indikten sonraları İhsaniye’ye hep yürürdüm. Üsküdar anıları arasında, İhsaniye’ye yürüyüşler sırasında karşıma isabet benzeri… Ahmet Yüksel Özemre’nin adamakıllı kitabındaki imlayla yazayım, ‘attar’ dükkanının camekanı bibi gözümün önündedir. Eskilerden kalma zamanı bu camekan ansız bugüne, şimdiye getirirdi. İçerdeki alçakgönüllü, kapısı herkese belirgin aktarın iri tıpkısı sanatkar olduğunu Yaşar’la hangi zaman keşfettik, hatırlamıyorum deminden. Ancak Üsküdar benim üzere belleğim buruşmadıkça biraz de Mustafa Düzgünman olarak kalacak. Ilk Teşrin 1990 günlü Argos dergisinde yayımlamıştım. Handiyse yirmi sene! Eller üzere geçip gitmiş gibi. Bende o sanatkarla yaşıyor. Çiziktirmemi alıntılıyorum. “Mustafa Düzgünman’la gelişigüzel ebru sanatı tüvana sonuç balaban ustasını yitirdi. Sonbaharın rappadak başladığı ayrımsız günde bizden ayrılan, bizi bırakan ‘maharetli’ yaşadığı dünyayı ihtimal bile çoktan terk etmişti. Mustafa Düzgünman’ı Üsküdar Çarşısı’nda İmrahor girişindeki aşağılık aktar dükkanında konuşma edeli anca çok yıllar var ki… Yaşar İlksavaş’la brlikte bu mucizeli, biberli rayihalı dükkana sıkça gittiğimiz günlerde ortaokul öğrencisiydik; orayı, o zamanlar İhsaniye’de oturan Yaşar keşfetmişti. Mustafa Düzgünman rastgele biri birinci sınıf müzakere eseri olan ebrularını yeniyetme bizlere göstermiş, armağan etmiş, sadece boya ve kağıt ederi karşılığında ‘satmıştı’. Alımsatımlar dünyasında konferans eserinin tek pahayla satın alınamayacağını sonradan düşünebilecektim, aktar dükkanına uğramadığımız günlerde, tenhalık gelip çatınca. Geçtiğimiz beribenzer imtihan: Mustafa Düzgünman ebruları hangi yapacağımızı soruyor, ilk periyot, geçmiş karşılaşma. ‘Ebru çiçeklerini çocukken rüyamda görürdüm’ diyorum. Zira ebruları ne zaman nerede gördüğümü hatırlayamamıştım. Sonuç becerikli ‘Onlar birlikte filhakika eski rüyalarda kaldı…’ diyor ve bize istediğimiz ebruları alabileceğimizi söylüyor. Tıpkı birlikte harçlıklarımızı soruyor: Geçtiğimiz büyük sınav… Kitreli suya dökülüşen renkler; tekne başında sabır ve zahmet üzerine kurulu tıpkı zenginlik. Ama çocuklar lalelerin, karanfillerin, gelincik ve papatyaların rüyasını apayrı elbet görebilirler ki! Ebru: Yeryüzünün yer alçakgönüllü sanatı. Ustası kalmadı.” Etmek, Üsküdar’dahi Bire Bir Attar Dükkanı’nı Yaşar keşfetmiş. Kıskançlığımdan unutmuşum… Günümüzün, ebru sanatına ruh üfleyenleri, “Ustası kalmadı” deyişime dilerim alınmazlar. Ne var kim, Düzgünman’ın ebruları hem tıpkı yeniyetmenin gördüğü ‘ilk’ ebrulardı, hem da tıpkı henüz idraksiz dönülemeyecek aynı çağın ruhunu özümsemiş ebrulardı. Ebrular ustasının, 1960’larda çoktan değişmiş, gözünü çoktan tehlike, mülk pul, şahsî yükseliş, şahsî yarar bürümüş toplumunda yaşayıp gidişi, kendini feragatten ötesine sınırlı tutuşu, bugün birlikte ‘sır’ benim için. Üsküdar’dan İhsaniye’ye yürüyüşlerim kadar, Boğaziçi’nde yürüyüşler birlikte çok hoşuma giderdi. Bunlardan birini, Attila İlhan’la Maçka’dan Emirgan’a yürüyerek gidişimizi yazdım. Attila İlhan, Boğaziçi’ni çokça severdi. Hiç değilse tıpkı yaz, Boğaziçi’nde deniz kıyısında tıpkısı evde oturmak, pek birlikte söze açığa vurmak istemediği özlemiydi. Kimlerin verimli paralar saçarak oturduğu Boğaziçi’nde, Attila İlhan, serencam yaz, Kanlıca’nın kıyı apartmanının daracık katında oturdu ve orada öldü. Ego elden yürümeyi seviyordum, belki önünden geçtiğim evlerde, yalılarda, bu ‘restore edilmiş’ mimaride bütün eskiyi düşlediğimden. Filhakika, 1950’lerin sonundan hatırladığım Boğaziçi, hem Rumeli yakasında hem Rum yakasında, Refik Halid’in saptamasıyla “bitkin” ve modası geçmiş Boğaziçi’dir. Yurda döndükten sonradan, ara sıra İstanbul’u tıpkısı uçtan bir pöç gezen Nilgün romancısı, ikinci büyük savaşla gelişigüzel, Boğaziçi’ni bütün bütün perişan fersude görür. Apaz dolusu mülk talip yalı yaşaması, bastıran yoklukta çökmeye yazgılıdır. Etkisi sürmüş olmalı kim, kullanılmamış zaman sosyetesinin eline geçinceye kadar, Boğaziçi sahilde ve sırtlarda adeta ölgündü. Anlaşılan o ölgünlüğü, kıyısından köşesinden, gene tadarım umuduyla gezinip dururdum. Düşünüyorum birlikte, bu gezintilerimden köle ne eksik? Tarabya sırtlarında sonbahar ortalarına kadar ısrarla çiçek açan, mevsimlere meydan okuyan nemli manolya ağacı eksik: Tarabya Oteli’nin oraya gelince, döner kebap, bakakalırdım. Kireçburnu’ndaki gizemli bostan sera artmış: O büyüklüğünde severdim kim, yolum oraya yaklaştıkça heyecanlanırdım. Bugün vakit kaybetmeden, Büyükdere-Sarıyer arasındaki ‘harabe’ Kocataş Yalısı gönlümü okşuyor. Bakımsızlıktan dönüş ahit göçen, Zalim Sefareti yazlık evine dahi göz atmadan geçemiyorum… Gelelim Boğaziçi kıyılarında ‘kıyı apartman’lara. 1950’lerden sonraları ortaya çıktılar sanıyordum. Güzeşte dönem ‘O Karanlıkta Biz’üstelik rastladım; Attila İlhan, kıyı apartmanların tarihini 1940’lara çekmiş. kendine has Boğaziçi mimarisini giderici gözü dönüklüğü vurgulu bir istihzayla saptıyor: “Ankara, Berlin’le uzlaştı; Wehrmacht, Sovyetler’e saldırmayı, Almanya’nın çıkarlarına daha makul gördü: İstanbul’de açık tıpkısı çağ aldılar. Oysaki Abdi Mir da korkarmış, Akıntıburnu’ndaki yazlık zalimce ayrımsız cins kiralamayışı, bundan, ne tamam hangi olmaz, ya Alman’lar gelirse! Tehlikenin geçtiği kesinleşince, evi tuttu: Üç senedir yazı orada geçiriyorlar, şipşirin tıpkısı apartman, haddinden fazla üstelik modern; perdeleri bire bir çekiyorsun, olanca bahir, martı, devir, balıkçı sandalı içeriye doluyor; geceleri, balkonda mehtap safası, radyoda ‘sihirli kemanlar’ başlamıştır; kadehte buzlu anzarot, Boğaz’da, kısık basılmış Karadeniz’e çıkan takalar, sözde gümüş.” Akşamüstü Yolculuk Pastanesi’nde Hekim Ayhan Hanım’a söylemedim ama, sonuç yirmi yılın İstanbul’unda pıtrak kabil çoğalan eskimemiş semtler, kullanılmamış ‘konak’lar, yeni alışveriş merkezleri, yıpranmamış dünyalar gönlümden uzak. Tanpınar, Beş Şehir’üstelik “İstanbul”a akarsu sesleriyle başlar. Arabistan’de tanıdıkları yaşlı bir eş ikide bir “İstanbul sularını” sayıklamaktadır: “Çırçır, Karakulak, Felah suyu, Hünkar suyu, Taşdelen, Sırmakeş…” Bugünün İstanbul’unda bu sesleri fark etmek imkansız. Temas biri plastik şişelerde, tıpkı litrelik, ilkokul litrelik, düet şeş litrelik, ‘market’lerde… İstanbul’u önemsemiş seyyahlar, şehrin günün birinde büyük değişimlerle görünümünü yitireceğinden ürkmüşler. Çoğu âşık bu ecnebi seyyahların. Saz Şairi Tanpınar ise, daha realist davranmış, “ayrımsız şehrin” nesillerden nesillere değişeceğini akseptans etmiş. Tabiatıyla, diyor, XV. asrın İstanbul’u başkaydı, Tanzimat İstanbul’u daha eksantrik. Yüzyıllardan alay açıyor. Benim yitirdiğim İstanbul, hepi cümlesi otuz, bilemediniz otuz beş yıl öncesinin İstanbul’u. Otuz beş sene öncesini çabucak ‘hatırlamak’, otuz beş yıl öncesinden bugüne benzeri şeyleri koruyamamış koyulmak, neyin göstergesi, herhalde tartışmaya derece. ZAMAN / SELİM İLERİ

Share: